♦ Gelecek Postası
Büyücü dünyasından haberler.
♦ Ay Işığı
Vampir dünyasından haberler.
♦ Gizli Geçit
Elf dünyasından haberler.
♦ Dalgaların Fısıltısı
Aquarina Çalkalanıyor!
|
| Ayın rol oyunu. Rol oyunu. {Isimler} |
Ayın erkek rol oyuncusu. Isim - Rol oyunu. |
|
|
Ayın kadın rol oyuncusu. İsim - Rol oyunu. |
Ayın düşmanları. Isim & Isim - Rol oyunu. |
|
|
Ayın çifti. IsimxIsim - Rol oyunu. |
Ayın takımı. Isim. {link} |
|
|
| | God's Gamble || Mitolojik Yaratık Alımları | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Soul Gamble of the God
Mesaj Sayısı : 97
| Konu: God's Gamble || Mitolojik Yaratık Alımları Çarş. Haz. 08, 2011 11:21 am | |
| - Storyteller demiş ki:
Alacağınız hayvanı nasıl kullancağınız bizim için çok önemli. Bu yüzden karakteriniz adına bir yaratık almak istiyorsanız yaratıkla ilgili bir role play yazmalısınız. RP'nizin kalitesine göre hayvana sahip olup olamayacağınız belirlenecektir.
Ejderha s a h i p l e r i.
Griffin s a h i p l e r i.
Anka s a h i p l e r i.
Unicorn s a h i p l e r i.
| |
| | | Morcar Gaia Ajanı & Fair Game Sahibi
Mesaj Sayısı : 63
| Konu: Geri: God's Gamble || Mitolojik Yaratık Alımları Salı Haz. 28, 2011 12:54 pm | |
| Başvuru formu falan yok sanırım.Ben şöyle yazıyım o halde. Morcar Griffin - Spoiler:
Yok olmanın kuzeyinde var olmanın birkaç derece doğusunda kalan bir yerde gün batıyordu. Karanlık ezeli hükümdarlığını sürmek için güneşin boynunu vurmuş ve bütün kızıllığını mavi engin ve huzur verici tonlarına karıştırmıştı. Tanrıça Crystalline yeryüzüne hediye olarak verdiği bu engin deniz güneşinin kızıl rengine bürünmeye başlamıştı. Güneş bu denizin sonlarında bir yerde karanlığa sahip olduğu tahtı vermek üzere bu diyarı terk ediyordu. Denize karışan kızıllık yukarıdaki beyaz bulutlara da karışmıştı. Tüm kızıllığı ile birlikte güneşe eşlik eden bulutlara denizin üstünde son bir kez ava çıkan martı sürüsü eşlik ediyordu. Sesleri sanki güneşin boynunun vurulup tahtının Passion’ın ışığı olarak nitelendirilen karanlığa bırakmasını acı ağıtları anımsatıyordu. Beyaz renkleri güneşin ufukta biraz daha yok olmasının sebebi ile birlikte gölgelere bürünmesine sebep oluyordu. Kızıl renge bürünmüş denizden akşama hazırlanan ormana soğuk bir meltem esmeye başlamıştı. Hızlı ve bir o kadar gürültülü bir şekilde ormanın derinliklerindeki her canlıyı selamlarcasına hareket ediyordu. Gürültüsüne yaprakların hışırtısını katıyordu. Ve onları takip eden diğer canlıların gürültüsünü. Güneş ufuktan kaybolana kadar yeryüzüne ve canlılara sunabildiği tüm görsel şenliğini sunmaya çalışmıştı. Ölen bir bedenin edebi sükuta ulaşmadan önce çaresizce debelenmesi gibi. Güneş tüm kızıllığı ile ortadan kaybolurken gecenin bütün mor ve lacivert tonları yeryüzüne hakim olmaya başladığında ormandaki sükunetli sessizliği sadece denizden gelen tuzlu bir esintiden başkası değildi. Orman edebi bir uyku halindeydi. Mor ve lacivert tonların içinde sessizce ilerleyişini dahi hiçbir şekilde umursamıyor gibiydi. Gece tüm sükuneti ve şehveti ile dolaşırken bunu bozan ve esintinin gürültüsüne eşlik eden bambaşka sesler ve gürültüler onun sükunetini bozmuş gibiydi. Ormanın içinden Gölge düzlüklerine ilerleyen bir takım nal seslerinin çıkardığı ses ve toz bulutu gecenin ve uyuyan ormanın tüm dikkatini çekmesi sebep olmuştu. Ve gece sanki bu yabancı bedenlere kızarcasına köpürmeye, hareket etmeye ve öfkesini yeryüzüne yağdırmaya başlamıştı.
Ormanın içinden gölge düzlüklerine çıkan atlı bedenler hızla düzlüğün ortasına gelmişti. Ağızlarından sadece düzensiz nefes alışveriş seslerinden başka bir türkü yoktu. Gözleri kızan gecenin sarıp sarmalamış olduğu düzlüklerdeydi. Bir şey ararcasına gezindiriyorlardı. Siyah bir deriden yapılmış şapkalarından gecenin öfke simgesi olan renkli yağmur suları süzülüyor, garip şekiller çizerek çenelerinin altında birleşerek göğüslerini sarıp sarmalamış olan bordo pelerinlerin üstüne damlıyordu. Düzlüğün içinde yağmur ile birlikte şarkı söyleyen gölgelere bürünmüş yeşil ot gruplarından başka bir şey yoktu. Yağmur melankolik bir tını ile devam ederken atlı bedenler yavaşça atlarını karşılarında biraz önce çıktıkları siyah ve huzur ettikleri kasvetli ormanın devamına benzeyen ağaç topluluklarına doğru ilerlemeye başlamışlardı. Karşılarındaki ıslak söğüt ve çam ağaçlarının yağmurun melankolik tınısına eşlik etmesini izliyorlardı yarı uykulu gözleri ile. Atların çamur olmaya başlayan topraklarda bıraktıkları izlerden çıkan garip sesler melankolik tının içinde kaybolup gidiyordu. Atlı bedenler siyah ve kasvetli ormana girdiklerinde yanlarında koyu renk tonlarında duvar gibi yükselen ağaçlardan gelen sükunetli şarkıları kulaklarına çarpıyordu. “Aranrùth’un sonu gerçekten kötü oldu ha ne dersin Hèrioñ?” “Bu çeteden kim kurtulabilmiş ki o kurtulacak Lovirãn.” Ormanın sükunetli şarkısını bozan büyük bir kahkaha melodisi etrafta yükselmeye başlamıştı. İlk konuşan kahverengi bir atın üstünde duran siyah deri şapkası altındaki sarı saçları kusursuz teni ile kaplanmış alnına ıslaklık yüzünden yapışmış olan, olgun bir insanın yüzündeki o sahte mutluluğu tüm hatları ile sahiplenen bir yüze sahip olan Lovirãn’dı. Hemen onun yanında ona cevap veren gür sakallı yüzündeki derin bıçak izleri ile dolu olan, soğukkanlı bir ifadeye sahip yüzüne yerleştirilmiş bir çift yeşil tehditkar gözlere sahip olan Hèrioñ’du. Onların arkalarından takip eden başka üç beden daha vardı. İki beyaz at ve beyaz ve siyahımsı beneklerle oluşan atın üstünde duran solgun yüz hatlı, siyah deri şapkası altından tam tezat oluşturacak şekilde bembeyaz ıslak saçları alnına yapışmış, kırmızı gözleri ile etrafı süzen kırmızı gözleri ile uzun boylu bir albino olan Earendilli Avindel vardı. Onun yanında ona eşlik eden diğer iki beden ise birbirinin kopyası gibiydi. Turner kardeşler. İki kardeş açık kahverengindeki atlarının üstünde önlerindeki öncüleri takip ediyorlardı. Kızıl ıslanmış saçları diğerleri gibi alınlarına yapışmıştı. Açık kahve gözleri ile uyum içinde olan çilleri ile ormanı selamlayan bir edaları vardı. Yanlarındaki uzun boylu albino sükunetli sessizliği bozmak istercesine, yağmurun melankolik tınısına kendi tiz ıslığını iliştirdi. Bir korsan türküsü şimdi dudakları arasından ormanın içinde tiz bir ses ile, ormanın huzurunu bozmaya yardım ediyordu. O anda burnuna dolan toprak kokusu ile zihnine dolan düşünceyi takip etmeye başlamıştı.
Uzun boylu ve iri yapılı bir beden belirmişti evin ilerisinde. Gözlerindeki kırmızılık sanki açlık içinde olan bir vampirin tehditkar gözleri kadar kırmızı ve ürkütücü idi. Yavaş ve emin adımlarla ilerliyordu. Saat daha sabahın dördü bile değildi. Etrafta gezinen esinti sabahı selamlamak için heyecanlı gibiydi. Karanlık gökyüzü sahip olduğu tahtı güneş ışınlarına teslim etmek üzereydi. Albino,iki kanatlı siyah bir kapıdan ufak fakat çiçekli bir bahçeye giriliyor; iki sıra vişne fidanları onu selamlıyordu. Tahta merdivenleri çıkarken ona gıcırdama sesinden başka bir şey eşlik etmiyordu. Önündeki yıpranmış tahta kapıyı ittirdiğinde merdivenin gıcırdamasına başka bir tiz gıcırdama daha katılmıştı. Kapıdan girince sağ tarafta bir yük, onun biraz ötesinde yüksek bir konsol vardı. Konsolun üstünde bir cam fanusun altına konulmuş eski tarz bir saat kırmızı gaz bezleriyle örtülü, abajurlu iki yağ lambası, sarı yaldız çerçeveli büyükçe bir ayna ve aynanın üst tarafında duvarda, kılıfları ile asılmış iki 18. yüzyılın meşhur silahlarından olan Kafkas silahları duruyordu. Karşıda, perdeleri tamamen inik olan pencerelerin önünde, bütün duvar boyunca uzanan, üzerine halı döşeli alçak bir sedir, ve sedirin köşelerinde pazen yüzlü minderlerle yastıklar, yastıkların üzerinde ise fiyango yapılmış yapılmış sırma işlemeli yağlıklar vardı. Sedirle kapı arasında ayakucu kapıya doğru bir yatak duruyor; yatağın üzerini tamamen örten ve uçları biraz da yere uzanan yorganı hareketsiz iki insan vücudu bulunuyordu. Her nefes alışverişlerinde yorganı yavaşça kabartıyorlardı. Uzun boylu albino bir hayalet misali onlara yaklaştı. Yoganın içinde birbirlerine sarılmış iki beden vardı. Yüzünde birden hain bir gülümse belirmesi ile belinde asılı duran gümüş kabzalı hançeri iki bedenin boğazından hızla geçirdi. Beyaz yastığa bulaşan kırmızı ilahi sıvı odadaki tüm huzuru bozmuş gibiydi. Uzun boylu albinonun elbisesine sıçrayan kırmızı lekeler umurunda bile değilmiş gibiydi. Hançerini yorganın örtüsüne silen albino sakin adımlarla evin tabanını arşınlayarak açık olan kapıdan dışarıya çıktı.
Albinonun ıslığı hala kasvetli ormanın derinliklerinde huzursuz huzursuz dolaşırken diğer atlı bedenler şarkının sözlerini kalın ses tonları ile birlikte söylemeye başlamışlardı. Hepsi bir ağızdan aynı sözleri söylüyorlardı. Yağmurun melankolik tonları arasına bozuk ve uyumsuz gür sesleri girmişti. Uzun boylu albinonun gözlerinde sis dumanını andıran bir anı tekrar belirmişti. Evin tabanına toplanan kanın kırmızılığı gözlerinin önüne gelmişti. Sıcak sıvı yerdeki tüm tozu içine emerek ilerleyişi gözlerinin önüne gelirken onlar hala melankolik tınısıyla yağan yağmurun altında o korsan şarkısını söylüyorlardı. Seslerinin gür tınısına giren kanat sesleri ile birlikte atların eğerlerini kendilerine doğru çektiler. Atlar şarkının engin melodisini bozan kişnemelerini gecenin arasına koyuvermişti. Gecenin rutubetli mor ve ürkütücülüğü arasında dolaşan kanatlı cismin üstlerine doğru, biraz önce arşınladıkları gölge düzlüklerine süzülerek inişe geçmişti. Turner kardeşlerin tehditkar fısıldamalarını süsleyen asaları olmuştu. Atının üstünde gecenin içinde ürkütücü bir şekilde sakin tavrı ile yükselen albino ağzından küfürler savurarak belindeki hançerleri kından çıkartarak tüm parlaklıklarını geceye sunmuştu. Hèrioñ ve Lovirãn, sağ bacaklarına baskı yapan kılıçlarını gecenin gölgeleri arasına sunduğunda birkaç metre ötede çayırlara inen griffinin siluetindeydi gözleri. Gri renkteki kanatları mor ve lacivert gecenin gölgeleri arasında kaybolmuştu. Üstünde galip bir mağripli eda ile yükselen bedenin kin ve öfke dolu bakışları ile buluştuklarında atlarının eğerlerini istemsizce sağa ve sola oynatmaya başlamışlardı. Atlarının huzursuzluğunu süsleyen kişnemeler gecenin içinde uyuyan ormanın uykusunu bozuyordu. Griffinin boz ve gri renkteki tüyleri ile bezenmiş kartal pençeleri toprağın ıslaklığı ile toprağa gömülüyordu. Otları yavaş ve emin adımlarla ezerken pençeleri takip eden ve bir aslanın arka kısmını anımsatan ayakları ve kuyruğu dikkatleri üstüne topluyordu. Aslan pençeleri önde ilerleyen pençelerin açmış olduğu ufak çukurların içinde ilerlerken griffin tehditkar bir ses ile çığlığını etrafta hakim olan sükunetin arasına iliştirdi. Turner kardeşler birbirlerine bakarken ellerindeki asalarının üstündeki baskıyı istemsiz bir şekilde azaltmışlardı. Atların korku dolu kişnemesi arasında yüzü beliren meçhul bedenin öfke ve kin dolu gözleri ile karşı karşıya kalmışlardı. Dudak kenarındaki büzüşmeyi izleyen sağ şakaktaki belirgin damar eşliğinde mavi ve gri tonlardaki gözleri karşısındaki bedenlerin gözleri içinde gezindi. Dudaklarını araladığında yüz hatlarına yerleşen ciddi ve öfke dolu ifadenin aksine sakin ve soğukkanlı bir ses tonu geceyi selamlamıştı. “Topraklarımda ne işiniz var çapulcu parçaları?” Sakin ses tonunu izleyen, gözbebekleri bir toplu iğne başına benzeyen griffin gözlerine eşlik eden hırıldama atları bir kez daha ürküttüğünde Morcar’ın karşısında yükselen bedenlerin temkinli bakışlarını bozan bir tek albinonun kırmızı gözleri oluyordu. Morcar’a korkusuz bakışlar atarken dudakları arasından fırlayan fısıltıları ile onu tehdit etmeye çalışıyordu. Turner kardeşler yavaş bir şekilde arkaya doğru atlarını dizginlemeye çalışırken eğerlerini bir sağa bir sola çevirmeye çalışıyorlardı. Etrafı kaplamaya çalışan sükuneti tamamen bozan albinonun savaş çığlığı arasında atını Morcar’a doğru şaha kaldırması olmuştu. Morcar kin dolu bakışlar eşliğinde istifini bozmadan üstüne gelen atlı bedenin beyaz derisi ile kaplı yüz hatlarındaki öfke kırışıkları içine göndermiş mavi gözlerini. Ardından griffinin boynuna doğru eğilerek birkaç sözcük fısıldamıştı. Dudakları arasından çıkan sözcükler ilahi bir melodi gibi havada yayıldığında griffin ani bir öfke ile yerinden fırlamıştı. Morcar çevik bir hareketle bedenini sola doğru atmış ve gölge düzlüklerini süsleyen çayırın içine doğru düşmüştü. Gri kürk ile kaplı griffin tüm öfkesi ile yerinden fırladığında pençelerinin altında toprağı yerinden sökerek şaha kalkan atın bedenine doğru hızlı bir şekilde çarptığında at acı ile kişneyerek çayırlara bıraktı bedenini. Avindel neye uğradığının şaşkınlığı içerisinde çayırla sert bir iniş yapmıştı. Kırmızı gözlerine inen perdenin arkasında dolaşan acı hissi ile eli sol omzuna gitti. Beyaz derisini süsleyen ceketinin üstünden derisine temas etmesiyle dudakları arasından acıyı temsilen birkaç fısıltı eşlik etti geceye. Dört beden neler olduğunu anlamadan griffinin Avindel’in arkasında belirmesini izliyorlardı. Morcar sessiz bir şekilde gölge çayırlarında galip mağripli edasıyla yükselirken Avindel acı ile kısılmış gözlerini onun mavi gözleri içine yolladı. “Fëanor şimdi!” Emir cümlesi griffinin kulaklarında zonkladığında büyük bir çığlık ile Avindel’in üstüne atıldı. Gri kürkünü süsleyen gecenin koyu tonuna karışan kırmızı lekeler eşliğinde uyuyan ormanı tamamen uyandıran büyük bir çığlık etrafı süsledi. Griffinin bedeni Avindel’in bedeni üstünden ayrıldığında kuru kayısı rengindeki gagasını süsleyen kırmızı rengi dili ile silmeye çalışıyordu. Kartal pençelerini süsleyen gri ve beyaz tüylerin arasındaki kırmızılık geceyi selamlarken Avindel’in yarı kopmuş başı arkaya doğru garip bir hırıltı ile düşmüştü. Bedeni istemsizce hareket ederken sert bir şekilde sarsılıyordu. Korku dolu yutkunma sesleri etrafa hükmederken Morcar’ın sakin ses tonu bir kez daha geceye eşlik etmişti. “Hala burada kalıp onun yaptığı hatayı mı yapmak istiyorsunuz?” Korku dolu bakışlar birbirlerinin gözleri içinde gezinirken Turner kardeşler atlarını sert bir şekilde geriye çevirip son sürat kaçmaya başlamıştı. Morcar’ın ciddi yüz hatlarına karışan hain tebessümü gören Hèrioñ ve Lovirañ kaçan kardeşleri takip etmek üzere atlarının yönlerini arkaya çevirdi. Griffin sakin bir şekilde Morcar’ın bedeninin yanında belirirken Morcar’ın sağ eli onun beyaz ve gri tüylerle kaplı başına koydu. Tüylerin altındaki deriden yükselen sıcaklık ile birlikte hala sarsılmakta olan bedenin gölgelere bezenmiş siluetine gitti gözleri. Parçalanmış boğazından geceye karışan hırıltıları süsleyen sıcak ilahi sıvıyı görünce hain tebessümü içten gelen bir gülümsemeye dönmüştü. Acımasızlığın verdiği his ile birlikte kasılan bedenini griffinin gri ve beyazın enginliği ile birleşmiş tonları ile kaplı kürkünün üzerine bıraktı. Griffin üstündeki bedenin ağırlığını umursamadan gölge düzlüklerinde hızlanmaya başladığında sol ve sağda beliren kanatlarını aynı ufuk çizgisinde hizaya getirip yavaş bir şekilde hareketlendirmeye başlayınca tüyleri arasına dolan hava ile birlikte yükselmeye başlamıştı. Havaya yükselirken onları selamlayan kasvetli bir esinti her ikisinin yüz hatları içinde gezinmeye başladığında bedenlerini gecenin mor ve lacivert tonlarına bırakmışlardı.
| |
| | | Aegon Negrenia Kütüphane Görevlisi
Mesaj Sayısı : 18 Nerden : İtalya
| Konu: Geri: God's Gamble || Mitolojik Yaratık Alımları Çarş. Haz. 29, 2011 4:51 am | |
| - Spoiler:
Kızıl gecenin oluşmasına yardım eden ay, yıldızlarıyla beraber gökyüzünün tepesinde süzülüyordu. Ağaçlar rüzgârla beraber fısıldamaya başladı. Tahta evler kasabaya gelişi güzel dağıtılmıştı. Ara patikalar engebeli, yollar toz içindeydi. Karanlık sokakların köşesinde hep tek bir ışık bulunurdu. Köşedeki ışığın altında durmuş av peşinde olan adamlara yaklaşan incecik bir kız figürü belirdi. Gecenin yansıması kadar kızıl saçları, saçlarının arasından belli olan sivri kulakları vardı. Kasabanın sakinlerinden olduğu belliydi. Kız beline hasat zamanı elflerin taktığı meyve önlüğünden takmıştı. Gözleri bütünleştiği doğanın toprağın rengine sahipti. Ufacık elleri arasında tuttuğu meyve sepetini sıkıca kavramıştı. Tahta evin tam önüne geldiğinde adamlardan biri kızın önüne geçmişti. Cehennemin nefret oyunlarından bir perde daha sergilemek için pis gülüşüyle kıza bakıyordu. Bir adım kıza yaklaştı. Gözlerini kızın bedeninde gezdirdi. Kız başını öne eğmiş, hiçbir şey demeden yanına dolandı adamın. Adam geçirmedi kızı; gözleriyle takip ettiği vücuda doğru bir hamle yaptı. Kız korkuyla geri çekildi. Sıçradığı yerde duran adamlardan birine çarptı bedeni. Çekik gözleri acıyla büzüldü. Elinde duran meyve sepetini bırakmak zorunda kaldı. Sepetin yere düşmesiyle birlikte bütün sokak meyveyle doldu. Yolun aşağısına doğru yuvarlanmaya başlayan meyvelerden biri ayakucumda durdu. Beyaz tenimle gecenin karanlığında bile parlayan bedenim eğilip meyveyi aldı. Elimde çevirmeye başladığım meyveyle birlikte düşünceli bir biçimde ilerliyordum. Aklımda sadece eve gitmek vardı. Maviye çalan ela gözlerimi meyveden kaldırdığımda gördüğüm manzarayla şoka girdim. Nasırlaşmış yüreğiyle aciz dünyada görebileceğim bu acının masalına inanmak istemiyordu gözlerim. Ruhum bu kızıl günahlardan çok önce yorulmuştu. Elimdeki meyveyi düşürdüm. Gözlerim acıyla büyüdü. Kaslı bedenim hızla yere doğru attım. İncecik vücuttan akan kanlar yeride gökyüzü gibi kızıla boyuyordu şimdi. Kızın gözlerinde saf bir korku belirmişti. Kollarım arasına aldığım narin vücudun gözlerine baktım. Mavi gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Dudaklarımı ıslatan yaşla beraber şu sözleri söyledim. ‘ Tanrıça Quietus seni korusun. ‘ ‘ Ta…Tanrıça ben…i unuttu, kardeşim. ‘ Elf kız ölümü bekler gibi aya son bir kez baktı. Boynuna taktığı kolyeyi son gücüyle boynundan çıkarttı. Kanlı kolyeyi benim avuçlarım arasına sıkıştırdı. Toprak rengi gözlerini yaşlar düşerken birkaç defa sakince kırpıştırdı. Son kırpmasıyla beraber açılan gözlerde artık ruh kalmamıştı. Elimde kanlı ejderha kolyesiyle birlikte kalmıştım karanlıkta. Ne yapacağımı bilemeden saatlerce kollarımda ölü bedenle oturdum. Tanrıça’ma yakardım. Kıza merhamet etmesi için defalarce dua ettim. Ay gökyüzünde yer değiştirmeye devam ediyordu oysaki. Beni ve zavallı kızı unutmuştu dünya. Bunu bir türlü kabullenemiyordum. Ölümsüz denilen bir ırkın bile yaşamından bu kadar kolay vazgeçmesi anlamsızdı. Tanrıça Quietus bütün melekleriyle toprak ırkına yardım etmeliydi. Gökten yağan bu mahşer havası değişmeliydi. İşte bu yüzden Tanrıça’ya her gün biraz daha fazla yakarıyordum. Ona şükranlarımı ve sevgimi sunarken bir taraftan da ırkım için merhamet dileniyordum. Gözlerimden akan bir damla yaş bu yüzdendi. Genede bu ölü bedenle ne yapacağımı bir türlü bilmiyordum. Bu yüzden saatleri hiçe sayarak dizlerimin üzerinde oturup kalmıştım. Arkamdan gelen ‘ Kalk evlat. ‘ emriyle irkildim. Başta rüzgârı hissetti tenim, gözlerimi kırpıştırarak kalan son gözyaşlarımı geride bıraktım. Kızın soğuk bedeninden ellerimi çektim. Uyuşmuş dizlerimin üzerinde titreyerek ayağa kalktım. Yanıma yaklaşan yaşlı elfe bakıyordum şimdi. Gözaltlarım döktüğüm yaşlarla kızarmıştı. Bedenimin üşümeye başladığını yeni yeni hissediyordum. Yaşlı adam bunu fark etmiş olacaktı ki elinde tuttuğu kalın montu bana uzattı. Teşekkür ederek montu aldım ve hemen üzerine giydim. Yaşlı adam bu sırada gelen kasaba görevlilerine olanları anlatıyordu. Görevliler kısa notlar halinde olayı dinlerken sessizce sokağın karanlık tarafına ilerledim. Kaslı bedenimi tahta evin duvarına dayadım ve gözlerimi yere çevirdim. Olanları daha fazla hatırlamak istemiyordum. Kanlanmış pantolonumu görünce bir kez daha düşüncelere daldım; ama bunu istemeyen bilincim hemen baskıladı düşüncelerimi. Başımı kaldırdım ve yaşlı büyücüye baktım. Sonra köşede duran kapısı açık evi fark ettim. Burada oturduğunu düşündüm yaşlı adamın. Üzerimde duran ağır montu çıkarttım. Evin kapısına bırakıp gecenin karanlığında geldiğim yönde kayboldum.
Saatler ilerlemişti şimdi. Evime gelmiş, kendi düşüncelerimle baş başa kalmıştım. Üzerimdeki kanlı kıyafetleri çıkartıp bir köşeye fırlattım. Kaslı bedenim odasının ışığının altında iyice belirginleşiyordu. Elimi komedinin yanında duran sandalyeye uzattım. Gri eşofmanlarımı aldım. Sessice üzerime giydim. Yatağıma girmeden son bir kez dua ettim Tanrıça’ma. Gözlerimi gökyüzüne diktim ve ellerimi inançla birleştirdim. Birkaç dakika sadece dua ettim. Tanrıça’nın varlığı için şükrettim, dünyada olan kötü olaylar için merhamet diledim. Bittiğindeyse usulca yatağıma uzandım. Tek kolumla gözlerimi kapattım; diğerini bedenimin yanına serbestçe bıraktım. Nefes alış verişimle kaslı göğsüm inip kalkıyordu. Açık pencereden içeri giren rüzgâr beni üşütmek istercesine üzerimden geçiyordu; ama üzerime çektiğim örtüyle beraber sıcacık yatağıma kavuşmuştum. Mavi gözlerimi kısa sürede kapadım. Yaşadıklarımın verdiği yorgunlukla beraber yenik düştü bedenim. Kısa sürede tatlı bir uykuya daldım. Dışarıdan gelen ışık boynumda duran ejderha kolyesini gözler önüne seriyordu.
‘ Yarın gece yarısı olduğunda seni bekleyecek su dibindeki mağarada. ‘ ‘ Sen… Tanrıçam beni kutsasın, bu gerçek olmayacak kadar güzel. ‘ Bir sunaktaydım şimdi. Parlak ışığın her yere yayıldığı, yemyeşil bir yerdi burası. Gözlerimi başta ağaçların arasına diktim. Sonra gelişi güzel serpiştirilmiş çiçeklere baktım. Bu kadar güzel bir manzara görmemişti gözlerim daha önce. Böylesine derin bir saflık hissetmemişti ruhum. Manzaranın içinde en çok gözlerim Tanrıça Quietus’a takıldı. Çizilen resimlerinden bile daha güzeldi. Karşımda etten, kemikten bir insan gibi duruyordu. Oysa bedeni parlıyordu saflıkla. Güzelliğinin dillere destan olmasına kimse şaşıramazdı bu manzara karşısında. Güneş gibi gülüşüyle bana bakıyordu gözleri. Onun güzelliği karşısında ırmaklar bile ağlardı kıskançlıkla, toprak küserdi güzelliğine dayanamayıp. Oysa o bütün iyiliğiyle duruyordu karşımda. Sözlerinin her bir hecesi inci gibiydi. Kulaklarımda çalınan bir senfoni gibi ahenkliydi sözleri. Sesi ipek gibiydi. Masallar bile yanında suçlu kalırdı şimdi. Ne dediğini anlamam birkaç dakikamı aldı. Öylesine büyülenmişti ki beynim algı yetisini yitirmişti. Şimdiyse boş gözlerle ona bakıyordum. Âşık olduğum tek varlığa… Güzelliğiyle dillere destan Tanrıça Quietus’un bir yansıması olmalıydı bu. Böylesine güzel, böylesine büyüleyici başka bir şey olamazdı karşımda. Kızıl saçları bukle bukle dökülüyordu önüne, yeşil gözleri dünyanın bütün çimenlerinin rengine sahipti sanki biçimli vücut hatları dünya üzerindeki bütün dişileri kıskandıracak kadar güzeldi.
Sabah güneşiyle kendime geldim. Gece gördüğüm bu rüyanın ardından hiçbir ışık yeteri kadar aydınlık gelmiyordu gözlerime. Bakışlarımı tavana kaldırdım, ellerimi önümde birleştirdim. Kaslı göğüs kafesim heyecanla inip kalkıyordu şimdi. Duamın boyutu değişmişti sanki. Tanrıça’mın güzelliğini bir türlü aklımdan çıkartamıyordum. Kızıl saçlarını, yeşil çekik gözlerini, büyüleyici bakışlarını ve saten tenini. Bütün gece boyunca tekrar tekrar yatağımda dönmüştüm onu biraz daha görebilmek için; ama sabahın ilk ışıklarıyla bitmişti en büyük hayalim. Geride bana söylediği sözler kalmıştı. Bir yere gitmemi istiyordu benden. Birini beni beklediğini söylemişti berrak sesi; yâda bir şeyin demişti sanki. Neresiydi ama? Böylesine güzelliklerle dolu bir yeri nereden bulabilirdim ki? Tanrıça’mın istediğini yapmak için doğruldu terler içinde ki bedenim. Gözlerimi başta pencereye diktim. Uzun saatler düşünmüş olmalıydım gördüklerimi. Gerçek olup olmadığına bile ihitimal veremiyordum; sonunda gerçek olması gerektiğine karar verdim. Yıllar boyunca dualarımın karşılığı gibi gördüm bu ufacık rüyayı. Ne için olduğunu bilmeden sadece öyle hissettim içimde. Kaslı bedenimi pencerenin pervzından çekerken göğsümde bir şey hissettim. Daha önce aklıma gelmeyen bu ufak nesne yeniden hatırlattı bana dün geceyi. Genç bir kızın hazin sonunu düşündüm birden. Beynim ne olduğunu şaşırdı o an. Tanrıça bunları engellememişti; ama benim bir şey yapmamı istiyordu. Benim güzel Tanrıça’m, neden yerini tam olarak söylememişti ki?
Saatler akıp gidekren birden düşünceler yerine oturdu. Su dibinde ki mağara… Evet, burayı biliyordum. Oranın neresi olduğunu bedenimin her hücresinde hissediyordum sanki. Genede gitmek istemiyordum. Tanrıça’ma karşı gelmek değildi amacım; ama o kasaba… Hayır, oraya dönemezdim. Beni bekleyen bir ailem yoktu, beni görmek isteyen birileri yoktu o kasabada. Oraya her girdiğimde olanları hatırlayacaktım. Tekrar tekrar beynimde yaşadığım o anları hatırlayacaktım ve gene kahrolacaktım. Oraya gitmek dünya üzerinde yapacağım en son şey olmalıydı; ama Tanrıça Quietus oraya gitmemi istiyordu. Biliyor olmalıydı olanları; genede gitmem gerekiyordu. Onun isteği bu olduğu için. Kararımı değiştirmeden üzerime giydiğim kot ve tshirtle beraber evden çıktım. Mavi gözlerimi yola karaklı bir biçimde diktim. Birkaç adım atmıştım ki sokağın ilerisinden bana yaklaşan çocuğu gördüm. Bu tanıdık yüz gülümseyerek bana geliyordu. Tam yanıma geldiğinde başıyla selam verip durdu. Onun karşısında biraz huysuzca kıpırdanmamın ardından bende selam verdim. Sonunda derdini anlatmaya başladı. ‘ Dün gece olanları duydum. Üzgünüm adamım. ‘ ‘ Evet, şey… Kötü bir durumdu. ‘ ‘ Nasılsın? Bir şeyler yapmak ister misin? ‘ ‘ Bak Ul. Ben geç kaldım da sonra görüşelim mi? ‘
Bacaklarım karşımda duran adamın sesinden daha hızlı davranmıştı. Birkaç büyük adımda Ul’u gerimde bıraktım. Huysuz sonbahar rüzgarlarıyla beraber ait olmadığım kasabama geri dönmek üzere yola çıktım. Uzun süre yürüdüm, birkaç han gezdim. Sonunda kasabamın yıkık dökük patikasına vardım. Asla istenmediğimi bilerek gelmiştim. Eskinin parlak çocuğu bir ucube olarak yollanmıştı bu kasabadan ve bir ucube olarak geri dönüyordu şimdi. Tanrıça’sının isteğini yerine getirmek için gözünü karartan bir genç adam olarak. Bu durum bana bile komik gelebilirdi; ama Tanrıça’m ne diyorsa yapmalıydım. Bu yüzden adımlarımı kararlı bir biçimde hızlandırdım. Gözlerimi güneşin batışına doğru çevirdim ve su dibine doğru ilerlemeye başladım. Andlat Kasabası’nın büyük nehrine yaklaştığımda bir süre durdum. Köprüyü geçtiğim anda kasabaya varmış olacaktım. Bu yüzden köprünün bu tarafında ki mağralara bakmak için ilerledim. Hangi mağaraya girdiysem boş olduğunu gördüm. Umudumu yitirmek istememe karşın küflü duvarlar ve boş mağaralar dışında elime hiçbir şey geçmiyordu. Nehrin karşı tarafına bakmalıydım. Bu yüzden köprüye yeniden gittim. Ucunda durdum ve gözlerimi ileriye diktim. Daha önce milyon defa geçtiğim bu köptü bu sefer bana dar geliyordu. Asla geçmek istemeyeceğim kıldan bir köprüymüş gibi ufak adımlarla ilerledim üzerinde. Oysa ne kadar güvenli duruyordu başkasına. Öyleki yanımdan bir aile geçerken hiç kasılıp kalmamışlardı. Bir tek beni etkiliyordu bu kasabanın mutsuz enerjisi. Bu yüzden yavaş geçtim köprüyü ve souna vardığımda öylece kala kaldım.
Dakikaların ardından ulaştığım mağaralardan birine girdim. Saat neredeyse gece yarısına gelmişti. Avuçlarım boş dönmek istemiyordum. Bu yüzden boş mağara duvarına dayadım bedenimi. Islaklıktan pürüzlenmiş ellerimi yüzüme kapadım. Dizlerimin üzerine istemsizce yığıldım. Gözlerimi sıkıca yumdum ve son kez dua etmeye başladım. Tanrıça’mın bana yol göstereceğini biliyordum. Mağaranın içi ne kadar ıssız görünse dahi beni izlediğine emindim. Ellerimi birleştirip önümde tuttum. Gözlerimi sıkıca yumdum ve rüyamı hatırlamaya çalıştım. Sadece yakarırken rüyam geldi aklıma. Yeniden kızıl saçları gördüm ve ruhum ışığın huzur dolduran sıcaklığını hissetti. Bedenim uyuşukluğundan kurtuldu. Büyük bir rahatlamayla Tanrıça’ma bakıyordum yeniden. Hayallerimde olsa dahi güzeldi. Onun kadar güzel bir varlık benim hayallerimi süslediği için çok şanslıydım. Bu hayalle yaşamak için her şeyimi verebilirdim. Bu yüzden son kez soludum. ‘ Tanrıça’m bana yol göster. Senin kutsal yoluna sığınıyorum. ‘
Işık. Sonrasında hatırladığım tek şey kavurucu bir ışıktı. Mağaranın içinde kendime geldiğimde gözlerim yanıyordu. Boynumda olması gereken kolye mağaranın öbür tarafına savrulmuştu. Ellerimi ıslak zemine dayadım ve kendimi kaldırmaya çalıştım; ama yorgundum. Neden olduğunu bilmediğim bir yorgunluk çökmüştü bedenime. Etlerim bir anlığına birbirinden ayrılıyor gibi hissettim. Saniyeler birbirini izlerken sessizce kala kaldım zeminde. Sonunda gücümü toplamaya başladığımda doğruldum. Oturduğum yerden görebildiğim birkaç figüre bakmaya çalıştım. Kayalar, kumlar, su ve o… Evet, daha önce görmediğim kadar güzel bir canlı duruyordu karşımda. Ufacık kuyruğu, incecik kanatlarıyla bana doğru yaklaşıyordu. Pul kaplı derisi derime temas ettiğinde bir an ürktüm. İrkilmemle birlikte korkuyla geri çekildi yaratık. Masum gözlerini gözlerime dikti. Saniyeler birbirini kovalarken siyah gözleri beni izledi. Sonunda dayanamadı ve mağaranın öteki ucunda duran kolyeyi kaptı. Ağzında tuttuğu kolyeye hiç zarar vermeden önüme bıraktı. Elimi yavaşça kolyeye uzattım. Onu alıp boynuma taktım. Bunu yapmamla sevinmiş gibi duran yaratık bir kez daha yaklaştı yanıma. Benim iki katım olmasına karşın hala ufacık gibi geliyordu gözüme. Elimi bu kez sakince kaldırdım ve başının pürüzlü dersine dayadım. Bir zırh kadar sağlam derisine dokunduğumda masumca açılmış gözleri büzüldü. Sevgiyle mayışmış gibi duruyordu şimdi. Dudaklarım yana doğru açıldı ve büyük bir gülümsemeyle ayağa kalktım. Kalkmamla beraber sırtını aşağı doğru eğdi. Sakince üzerine bindim ve mağaranın büyük ağzından hızla çıktık. İncecin kanatları bacaklarımın altında savrulurken rüzgarı yüzümde hissediyordum. Kısacık sarı saçlarımı bile savruluyordu sanki. Gözlerimi kısarak ileriye baktım ve tatlı bir kahkaha attım. Ellerimi ufak ejderimin boynuna koydum. Hayvan mutlulukla havada bir pike yaptı ve hızla çocukluğumun geçtiği bu üzücü kasabadan uzaklaştı. Üzerinde mutlulukla Tanrıça’ma şükrederken kulağıma tatlı bir fısıltı geldi. İşte o anda bu eşsiz hayvanın adını da öğrenmiş oldum. O artık benim ejderimdi ve adıda… ‘ Arina. ‘
| |
| | | | God's Gamble || Mitolojik Yaratık Alımları | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |